İlhan GÖK Sokak Müzisyenleri

Sokak müzisyenliği veya gezgin müzisyenlik, insanlar kentlerde yaşamaya başladığından bu yana var olagelmiştir. Batıda “Harper”, “Minstrel”, “Troubadour” benzeri isimlerle anılmış bu gezgin müzisyenler, doğuda “Skomorokhi”, “Barot” ve kültürümüzde de “Ozan” veya “Âşık” olarak tanınmışlardır.
Şehir şehir, sokak sokak gezmiş, müziklerini icra etmiş, karşılığında para, yiyecek veya barınak talep etmiş ve sözlü kültürü aktarmak, gerektiğinde hükümdarı eleştirmek, halkı eğitmek benzeri işlev veya görevlere de hep sahip olmuşlardır.
Türk kültüründe, Türk geleneğinde bugün karşımızda ve yaşamımızda olan sokak çalgısının izlerini bulmak hiç de zor değildir. Şiirin musikiyle yan yana yürüdüğü, asıl şiirin dili, dilin en küçük anlamlı birimi olan kelimeyi beste yaratmak, dili serapa musiki yapmak olarak algılandığı devirlerde gazel-seralar ve kaside-gûlar, mükellef sofraların, rahat konakların hatta sarayların eğlencesi olduğu kadar sokağın da sanatkârlarıydılar.
Bugünün sokak müzisyenleri belki -çoğunlukla- gezgin değildirler, ancak modern kentin sokakları para karşılığında performanslarını sergileyen müzisyenlere hâlâ sıkça sahne olmaktadır. Dahası bugün bile bu sanatçılar, tıpkı birer âşık veya ozan gibi, kültür aktarma, eleştirme, eğitme gibi amaçlara sahip olduklarını ifade edebilmektedirler. Ancak her sokağın her amaca uygun olmayacağı veya her müzik tarzının her yerde icra edilemeyeceği açıktır; bu müzisyenler müzik yapma amaçlarına ve dolayısıyla icra etmek istedikleri müzik türlerine uygun kent mekânlarını ustaca seçmektedirler.
İstanbul sokaklarındaki bu müzisyenler ;vapurları, metroları ve şehrin en merkezi caddelerini birbirinden etkileyici nağmelerle renklendiriyor. 20 milyondan fazla nüfusu ile dev bir metropol olan İstanbul, ülkemizin aynı zamanda sanat merkezi. Doğal olarak sadece yerli değil, aynı zamanda dünyanın birçok yerinden yabancı da sokak sanatçıları burada buluşuyor ve sokaklara neşe katıyor.
Sokak her türden maceraya açık olduğu için, en çok hikâyesi olan müzisyenler de bunlardı doğal olarak. Tam da bu yüzden hak ettiğini göremeyen müzisyenler listesinin başındalardı.
Küçümsendikleri bir alemde, kendilerine dilenci gibi bakanlara karşı ödün vermeyen yaşam tarzlarıyla, her zaman gururla çalıyorlardı. Çaldıklarında önlerinden geçiyorsanız hayatınızı kolayca film sahnesi gibi görebilir, kendinizi başrol oyuncusu sanabilirdiniz. Halbuki o esnada amatör ruhuyla yürekten müzik yapan bu şahane insanlar, her şeyi piyasalaştırmaya, metalaştırmaya çalışan zihniyete karşı varoluş mücadelesi veriyordu.
Yardım toplamak için mi, yoksa kıymetinin bilinmediğini düşündükleri sanatlarını icra için mi çaldıkları bilinmeyen ve sanatlarını herkesle, sokakla, caddeyle, en geniş ifadeyle ‘hayatla’ paylaşan kişi veya gruplar… Bazen tek bir gitar, keman, klarnet hatta kemençe; bazen de grup olarak karşımıza çıkan, sokağımızın, caddemizin, yol üstümüzün, kısaca hayatımızın bir parçası olan müzisyenler onlar. Sokak çalgıcıları ya da biraz daha modern bir ifadeyle cadde müzisyenleri.
Sokak müziği, sokak müzisyeni için paradan öte bir şeydi. Zaten para yüzünden çekilecek bir eziyet değildi bu. Çünkü işin zorluklarından çok daha azına daha fazla para kazanabilirdiniz. Bu işi yapmanız için mutlaka paradan öte bir dünya görüşünüz olmalıydı. Çaresizlik değil, bir duruş olarak sokak müziği, sokak müzisyeni için hayatın ta kendisiydi.
Bazı çalgıcıların hâlleri, kendilerine verilen paranın sebebi ve hatta anlamıyla pek ilgilenmediklerini göstermektedir. Âmâ ve engelli bir baba ya da annenin yanında flüt veya akordeon çalan çocuk, yapılacak en küçük bir yardıma o kadar muhtaçtır ki, çok zaman parayı kimin verdiği veya ne kadar verildiğiyle ilgilenmez bile. Çaldığının da ne kadar güzel ve başarılı olduğu da ne kendisinin ne de dinleyicisinin umurundadır. Zaten “sokak çalgısı”nda söze ihtiyaç duymayan bir ön anlaşma vardır. İcra edilen musikinin belirlenmiş bir bedeli yoktur ve sokak çalgısından yüksek bir sanat değeri beklenmeyecektir. Kaldı ki belirlenmemiş, “ne verilirse olur” veya “ne verilirse odur” şeklindeki bir ön kabul bile burada müziğin sanatsal kıymetinin değil, yardımlaşmanın, omuz omuza yaşamanın bir göstergesidir. Burada dilenmek yoktur, belki yardım almaya veya yardım etmeye vesile olan saf, samimî, çok zaman acemî bir müzik vardır.
Dağ yamaçlarında çaldıkları kavallarından çıkaran alaylı taşra insanları bir yana, senelerce konservatuar okumuş, kendilerini tatmin etmeyen veya kendilerinin tatmin edemedikleri mekânlardan sonra, sokağın, yani hayatın içine dalan okullu müzisyenler de sokağımızın, caddemizin müzisyenleridir. Daha ziyade kalabalık, hiç kimsenin, hiç kimsenin kıyafetine, hâline, tavrına bakmadığı iki yanı cafelerle, lokantalarla, alışveriş merkezleriyle dolu büyük caddelerde, metrolarda çalan bu kişi veya topluluklar diplomalarının haklarını vermeyen, sanatın değerini ve mânâsını anlamayan insanlara bir anlamda kusurlarını gösteriyorlar.
“Bütün genellemeler tehlikelidir, bu da dahil” diyen kişiye hak vererek belirtmek gerekir ki sokak çalgısının bin bir çeşidi olabilir, sokak çalgıcısının sokakta oluşunun bin bir ayrı sebebi ve anlamı olabilir. Bu, sadece şahsî zevkten, kişinin, müziğini dar dinleyici kitlesinden ziyade akmakta olan hayatla yüzleştirmek arzusundan da kaynaklanabilir., modern insanın hızlı hayatıyla, bu hayatın durup düşünmeye imkân bırakmayan, sürekli hareket etmek ve değişmekten yana olan, bir yerde konaklamaktan ziyade sürekli değişmeye dayalı hayat tarzına olgusuna çok bağlıdır. Bu hâlleriyle sokak çalgıcılarını şehir dekorunun renkli ve sevimli aksesuarları olarak görmek de mümkündür. İstanbul’un her milleti, her yaşı, her cinsi, her dini kucaklayan peyzajının en mucizeli yerlerinden birisi olan İstiklâl Caddesi’nin bazıları seyyare(gezgin), bazıları sâbit olan çalgıcıları, artık hafıza ve hatıraların değişmez unsurlarıdırlar. Bu müzisyenlerden yoksun bir İstiklâl, bundan sonra yarım bir İstiklâl’dir.
Sokak çalgısının caddelerde, metrolarda sık sık karşımıza çıkması işte müziğin bu özelliğiyle de çok yakından ilgili olsa gerektir bir seyyahın, sadece mızıkasına güvenerek şehir şehir gezebilmesi, karnının acıktığı yerde bağdaş kurup müziğini yapması ve kazandığıyla yemeğini alabilmesi sokak çalgısının evrenselliğini, kültürler arasındaki arabulucu misyonunu da en iyi şekilde göstermektedir. Bu tür bir icra, bu yönden bakıldığında bir kültür elçisi, bir barış davetkârıdır. Sanatın birçok kolunda olduğu gibi sokak çalgısında da renkler, inançlar, cinsler, ideolojiler vs. insanlığı farklı noktalara dağıtan birçok unsur silinir ve ortada kâinatın düşünebilen, hissedebilen parçası olan “insan” kalır.